Anne babamızın kavuşması ile başlayan hikayelerimiz… Hepimizin o ilk kavuşmadan bu yana tek bir hikayesi vardır aslında. Anne babanın bilinçli ya da bilinçsiz kararı ile dünyaya gelmemiz, doğum, kavuşma aynı zamanda kopuş, ilk çaresizlik, ilk terkediliş… İşte böyle başlar hikayelerimiz, her birimizin. Zaman geçtikçe etrafımızdaki herkes bu hikayelerimize bir şeyler ekler veya çıkarır.
Çocukluk dönemimizde toplama çıkarma işlemine dönen hikayelerimiz, başkaları tarafından ilmek ilmek örülür ve üzerimize bir kılıf gibi giydirilir. Giydirilir diyorum çünkü kimse bize sormaz bize dair atıflarında, eklediklerinde ve çıkardıklarında. “Kız dediğin öyle çok konuşmaz” der biri “Erkek adam, ağlamaz” der diğeri. “Senden adam olmaz” der başkası, “Akılsızsın “der. “Bir işi beceremiyorsun” der. “Adam akıllı yapsana” der, der, der, der…
Böylece bu üzerimize giydirilen kılıf artık bizim en derinlerimize işler, bir uzvumuz, bir parçamız olur ve bu şekilde fark edilmez, görünmez ve dokunulmaz olur hayatımızda. Alışırız ve bir şekilde duyarsızlaştırılırız. Başka başka zamanlar farklı bir kılıkta da gelse bu ilk hikayelerimize işlenenler, kanıksamayız. Hatta biz de “yetersizsin işte gördün mü” deriz. “Sevilmiyorsun işte” deriz, kendimize. Çünkü işlenmiştir en derinlerimize ve gocunmayız bundan.
Bebeklikten itibaren bize öğretilen ve derinimize işleyen bu yapılara “şema” denir. Şema, temel bir bilgi birimi; dünya hakkında, deneyime dayalı bir genelleme; bir insan, yer, olay, vb. hakkındaki bilgileri örgütleyen ve sentezleyen tutarlı, örgütlü bir inançlar ve beklentiler kümesidir. Kısaca insanlara, olaylara, kendimize en çok kendimize baktığımız bir çerçeve, gözlük diyebiliriz şemalara. Doğduğumuz andan itibaren ergenlik dönemine kadar çevremizde bulunan kişiler, karşılaştığımız olaylar ve bize söylenenler bu zihinsel yapılarımızı etkiler ve hatta oluşturur. Oluşturulan bu yapılar zihnimize adeta yapışır, bir olur, katılaşır ve bu şekilde tutarlı hale gelir. Ben bu yazımda şemaların uyumsuz olanlarından, yaşamımız boyunca bilinçsizce tekrarlanan ve benlik yıkıcı olanlarından bahsetmekteyim.
Benliğimize ve zihnimize işlenen bu katı ve tutarlı yapılar, hayatımız boyunca kendini tekrarlayacak kılıflar bulur, yaratır, uydurur. Örneğin eğer “yetersizlik” şemasına sahipsek, yaşamımızda sıklıkla bizi yetersiz hissettirecek olayların, kişilerin içinde buluruz kendimizi. Çünkü zihin sevmez tutarsız olmayı, sevmeyiz bizi takdir edeni çünkü uyuşmaz zihnimizdeki kılığımızla.
İşte tüm bu yetersizlik, sevilmemezlik, değersizlik, beceriksizlik hikayelerimiz hayatımızın ilk yıllarındaki toplama çıkarmalarla ilgili. Zihnimizin bize hayatımız boyunca tutarlı, uyumlu olanı yani bizim için en “makul” olanı giydirmeyi hedeflemesiyle ilgili. En makul olanı bu. Sorgulanmaz ve şüphe edilmez bundan. Tutarsızlık en kötü düşmanımız çünkü. İçinde bulunduğumuz durum ne kadar acı verici de olsa en güvenli olanı, en bilineni, en tanınanı bu. Bu yüzden rahatız, dengede hissediyoruz kendimizi; mutlu olmasak da.
Uyumsuz şemalar yaşam boyu bize yabancı, tutarsız gelen her şeyi öteki ilan eder böylece. Öteki çünkü uyumsuz. Öteki çünkü daha önce tanışmadık. Öteki çünkü güvensiz, bilinmedik. Öteki demezsek dengede kalamayız çünkü. Tepe taklak olur, düşeriz.
Peki ya düşersek kalkamaz mıyız? Sadece kalkamamaktan korkarız. Bilinenden bilinmeyene doğru giden doğru parçamızda, bilinmeyen uca doğru yaklaştıkça korkar ve geri kaçarız, her ne pahasına olursa olsun. Belki de her ne pahasına olursa olsun gitmeyi denemeliyizdir, bir kereliğine. Bir kereliğine sorgulamalı, tekrara düşmemeli, merak etmeliyizdir ve belki de bir kereliğine kalkmamalıyızdır, düştüğümüz yerden. Neden olmasın?
Bir yanıt yazın