Yaşam boyu olumlu/olumsuz birçok yaşantıyla karşılaşırız. Genellikle sözüm ona olumlu olayları misafir eder ve onlara tutunuruz; olumsuzları görmezden gelir, yok sayar ve onlardan kaçarız.
Tüm isteğimiz olumlu yaşantıların bizimle kalması, mutluluğun olağan rutinimiz olması. İşte bu her zaman, her koşuldaki mutluluk dayatmamız, bizim için hayatın diğer yanının yani olumsuz diye adlandırdığımız yanının dışlanmasına, ondan beslenme şansımızın kaybına ve hatta belki de büyümemizin ve olgunlaşmamızın ketlenmesine yol açmakta.
Oysa hayatta olumlu yaşantılar olduğu gibi olumsuz yaşantılar da bulunmakta. Mutluluk, sevinç olduğu gibi keder ve üzüntü de var olmakta, her şey aslında zıttı ile anlam kazanmakta ve bu şekilde doğanın dengesi kurulmaktadır.
Ayrılıklar, hastalıklar, kayıplar, batışlar ve diğer tüm olumsuz durumlar karşısında yaşadığımız duygu, en kısa tanımıyla kederdir.
Keder de doğadaki tüm her şey gibi artı ve eksi kutupları olan bir durumdur. İçinde büyüme ve olgunlaşmayı barındırdığı gibi, regresif durumları ve yozlaşmayı da barındırır. Bu uçlardan hangisine yakın olduğumuz, kederimizin yönünü belirler. Yani kederi nasıl yaşantıladığımız, hayatımızı nasıl yaşayacağımızın bir taslağını verir elimize.
Peki nedir bu kutuplara yön veren? Kederi olgunlaşmaktan; yozlaşmaya çeviren?
“Olumlular benim olsun, gerisi size kalsın” anlayışımız ve sonsuz mutluluk mitimiz; bizi yozlaştıran, elekten geçirilen yaşantının kıymetli kısımlarından beslenme şansımızı kaybettiren kutuptur.
Kederi ne kadar dönüştürebildiğimiz; onu ne kadar buyur edebildiğimize bağlı. Yani kederlenebilme becerimize bağlı.
Kederimizin kaderimiz olmasına müsaade etmememiz; olumsuz deneyimleri kabul etmeye, tüm duyguları yaşama gönüllülüğüne ve kedere bir merhaba diyebilmemize bağlı.
Kederlenebildiğiniz günleriniz olsun.
Bir yanıt yazın